Milli Mücadele daha zafere ulaşmadan bir kurtuluş ve istiklâl-istikbal müjdesi gibi, onun ilhamları ve derin hissiyatıyla kaleme alınan ve hem Meclis'te hem de halk nezdinde öyle kabul gören İstiklâl Marşı'nın, Lozan sürecinden itibaren, hususen 3 Mart 1924 tarihinden sonra kaderinin ve konumunun değişmeye, anlamına dair farkındalığın zayıflamaya başladığını söylemek yanlış olmaz. Bunun sebebi Lozan'da uluslararası bir anlaşma ile hukukî statüsünü temin eden Ankara'nın, yeni Türk devletinin (bile isteye yahut mecburiyetler ve zaruretler karşısında) Milli Mücadele'ye ve İstiklâl Marşı'na ruh üfleyen, onların dilini ve söylemini inşa eden mâna ve değerler dünyasından uzaklaşmaya başlaması, siyaset ve dil değiştirmesidir.
Modern bir İslâm devleti olarak kurulan yeni Türk devleti uluslararası şartların itmesi ve zorlamasıyla beklenmedik bir şekilde laik-seküler çizgiye doğru hareket edecektir. Bir başka ifade ile itme ve zorlamalar neticesinde İslâmın paranteze ve giderek baskı altına alınması (alınmak zorunda kalınması) ve Müslümanlığın istihfaf edilen bir alan haline getirilmesi süreçleri, İstiklâl Marşı'nın ve metninin olmasa bile mânasının, arkasındaki inanç-fikir-hareket sütunlarının da örtülmesine, zayıflamasına sebebiyet verecektir.
Bu büyük değişmeyi hatta sapmayı görmek için sadece bir milletin İstiklâl Marşı şairinin, Milli Mücadele kahramanı Âkif'in, canından aziz bildiği vatanını terk etmek zorunda kalacak derecede maruz bırakıldığı muamelelere bakmak aslında yeterlidir. Bir millet için en hafif tabiriyle acı ve talihsiz bir durum... Fakat bizzat İstiklal Marşı da yazarının acı kaderini paylaşacaktır.