Ben, daha mektebe başlamadan önce karşımızdaki evde oturan Hoca Efendi'yi kafes arkasından gözetlerdim. Sabahın belirli bir saatinde ilk acı kırmızılığı solmuş aşı boyalı, iri halkalı kapısının bir kanadı açılır; toprak, basık avlunun iç loşluğu arasında beyaz, dardağanî sarığı belirir belirmez, yanlarını çember usulünde aldırdığı halde güya yatakta yorganın üstünde mi, altında mı kaldığı bir türlü anlaşılamasın diye -şimdi bana öyle geliyor- uçları -çocukluğumda bulabildiğim benzetme yöntemlerinden biri de budur!- Hacivat'ınki gibi yukarıya kıvrık akça sakalı da görünür, yaz ise genellikle cübbe yerine giydiği şal taklidi, sopalarındaki renkleri soluk, kollu haydariden uzunca hırkası, hem mintan hem de saat cebinin bulunmasından dolayı yelek görevini gören gömleği, belindeki Tosya şalı kuşak, kurşunî şalvarı, ayağının ev örmesi çorabının yarı yarıya içinde kaybolduğu siyah, kavaf işi namaz ayakkabılar; kış ise başındaki vişneçürüğü atkısı, sırtındaki kırk yıllık abası, babadan kalma kürkü, mest kundurası ile birlikte çıkardı. Bazen Besmele-i Şerife'nin keskin "Sin"i benim kulağıma kadar gelirdi. Kolları sarkık, başı önde ağır ağır yürürdü. Ben, o andaki öğrencilerine göre gelecek kuşaktan olduğum halde bile, zamanımızda mensup olmanın değeri daha çok bilindiğinden midir nedir her kelimenin sonuna bir "-î" eki getirme modası uyarınca ananevî, terbiyevî, herhangi bir korkunun zorlamasıyla kafes önünden bile çekilir, kapı önünde bulunduğum anlarda onu görür görmez içeriye kaçar, kapıyı hızla kapar, bir daha çıkmazdım.
Annem kandillerde beni el öpmeye gönderirdi. Çocukluk merakı!.. Elini öperken hissederdim ki yumyumuşak!.. O mğthiş surette açılıp insanın ciğerini deldiği rivayet edilen gözleri cana yakın; aksilik akar dedikleri suratı gülğmseme dolu; türlü türlü azarlama ve ayıplamalar çıktığını sandığım ağzında:
-Çok yaşa evladım. Elini öpenler çok olsun!
anlamında bal gibi sözler, kocaman kocaman hafız çocukları bir anda falakaya yıkar anlatışıyla pehlivanlık yakıştırdıkları sağlam vücudu narin... Bununla birlikte bu güzellikler toplamı olan insan, yine beni mektebe gitmek için ne kandırabilir, ne de içime ilgi uyandırabilirdi. Çünkü mektebe gitmiyorduysam da kulaklarımla işitiyordum: Daha yaklaşmadan önce oldukça kalabalık bir havrayı andıracak biçimde gürültü patırtıyla dolu bulunan mektep, onun kapıdan girmesiyle birlikte eskiden beri sessiz duran bir yere dönerdi.
O çocukluk aklımla da anlıyordum ki hoca denilen bu varlıkta bir korkunçluk var ama ne türlü bir korkunçluk? Ben umacının yanına değil, geçip gitmiş olduğu yere gidemezken bunun evine gidip elini bile öpüyorum. Evet, korka korka öpüyorum. Çocukluktaki duygularım, şu anda çözülmedikçe duyuyorum ki bu korkunçluk o zamanın anlayşına göre dayağı ana baba dayağından daha zorlu, dövecek araçları daha bol, ama cin, peri, evliya gibi çarpıp yangın bakırı gibi eğri büğrü, yamru yumru etmediği gibi, devler gibi bir atılışta insanı dişinin kovuğuna tıkar, hortlak gibi parçalayıp mezarlıklarda yer, cadı gibi ateşli kırbaçlarla yakıp savurur, özellikle hırsız gibi gözleri kan kırmızı, elinde kanlı bıçaklar saldırır takımından da değil... Hatta pek ziyade zayıf bir rivayete göre de; vurduğu yerlerde güller biter, yarın ahirette Cehenneme girecek olursam o yerler yanmazmış!
Sözün kısası, yani günümüzün deyimiyle; saygıdeğer bir korku! Ama korku!