Cengiz Çandar'ın "Kobani'ye bakmak, Obama'dan duymak" başlıklı yazısı (Radikal, 19/11/2014), malum tavrını sürdürdüğünü gösteriyor. Bu tavrı öz olarak şöyle ifade etmek mümkün: Türkiye'yi yönetenlere inanmamak, onların dediklerini yalan saymak; ABD'ye kulak vermek, Başta Obama olmak üzere yönetimde ağırlığı olan diğer isimlerden duyulanları gerçek kabul etmek. Yazısından bu dediğimi doğrulayıcı alıntılar:
(...) "O gün gazeteler Başbakan Ahmet Davutoğlu'nun, Suriye'ye ilişkin olarak 'ABD'nin tutumunda radikal değişiklikler olduğuna dair kuvvetli işaretler var' dediğini yazıyorlardı, Obama ile G-20 zirvesi'nde görüştükten sonra. Davutoğlu'na göre, 'ABD, Suriye konusunda Türkiye'nin haklı olduğunu görmeye başlamış, Türkiye'nin pozisyonuna yaklaşıyordu.' Başbakan'ın bu sözlerini okuduğum anda inanmamıştım. Zira, ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel ile Genelkurmay Başkanı Martin Dempsey'in tam aksi yönde açıklamalarını okuyalı ancak 24 saat geçmişti." Hagel'in dediklerini aktardıktan sonra: "Gayet açık ve Davutoğlu'nun dedikleriyle hiçbir noktası uyuşmuyor." diyor ve devam ediyor: "Bu açıklama, Davutoğlu'nun sözlerinden iki gün önce yapılmıştı. Tam bir gün sonra, Obama basın toplantısında, 'Suriye'de siyasi geçiş dönemi için Esad'ı devirme yollarını tartışıyor musunuz?' sorusuna kısa ve tek kelimelik bir cevap verdi. 'Hayır!' Bu, Davutoğlu'na yönelik kocaman ve çabuk bir yalanlamadır. Bizler için ise, Başbakan'ın herhangi bir açıklamasına itibar etmemek ve inanmamak için yeterli bir kanıttır."
Görüldüğü gibi yazar, özellikle bu son cümlesiyle Başbakan'a yönelik söyleyebileceği ve söylemekle rahatlayacağını düşündüğü anlaşılan en uç güvensizlik ifade eden sözü sarfetmiş bulunmaktadır. Bu yazıyı baştan itibaren okurken acaba ne zaman Başbakan'a ve Cumhurbaşkanı'na karşı bilinen tavrını yansıtıcı bir söz söyleyecek diye bekliyordum. Sonunda söyledi. Ama sadece Başbakan'a bu defa. Ben de Cengiz Çandar'ın herhangi bir açıklamasına itibar etmiyorum, inanmıyorum. 'Kanıt' dediklerini ciddi ve hakikat değeri taşır bulmuyorum. 'Karşıtlık' tavrı hiçbir yerde ve zamanda makul bir tavır değildir. Karşıt olduğun tarafın her yaptığına yanlış demenin, her dediğini itibar edilmez bulmanın anlamsızlığı ortada değil mi? Bunun sürdürülebilir bir tavır olmasının akla uygunluğu savunulabilir mi?
Fuat Keyman'ın "Kobane, çözüm süreci için aşı olabilir..." başlıklı yazısı (Radikal, 19/11/2014), Beşir Atalay ile sohbeti içeriyor. Sohbet başlarken Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan'ın basın açıklamasının başladığını, bunu beraber izlediklerini belirtiyor yazar ve Beşir Atalay'ın şunu dediğini aktarıyor: "Kimsenin süreçten çıkma lüksü yok". Ayrıca, yazar, HDP heyetinin de İdris Baluken yoluyla, sürecin devam edeceği üzerine açıklamalar yaptığını, İmralı ziyaretinin de kısa zamanda gerçekleşeceğini ifade ediyor. Bunların önemli olduğunu belirttikten sonra, Beşir Atalay'ın o sözünün bir başka anlama da geldiğini şu sözleriyle açıklıyor: "Taraflar ve siyasi aktörler, süreci bitirmenin, ya da masadan kalkmanın maliyetinin çok yüksek olduğunu biliyorlar. Bu maliyet, siyasi ve ahlaki: süreçten çıkan taraf, aynı zamanda, toplum gözünde, hatta kendi taraftarları ve seçmeni gözünde, yaşanabilecek olumsuzluklardan sorumlu tutulacak taraf, dolayısıyla, siyasi ve ahlaki olarak kaybeden taraf olacak." Atalay'ın söylemi içinde, "Milletin sürece sahip çıktığına", giderek sürecin sahibinin siyasi aktörlerden daha çok, Türkiye toplumu, farklılıklar içinde 'millet' olduğuna vurgu yapıyor yazar. Ayrıca, bugün yaşadıklarımızla, yani, IŞİD sorunu ve Kobane ile ilgili olarak Atalay'ın önemli bir saptamasına yer veriyor: 'Kobane çözüm süreci için aşı olabilir.' Tarafların yaşananlardan önemli dersler aldığından, özeleştiri yaptıklarından, süreci kendi haline bırakmanın, pedal çevirmeyi yavaşlatmanın riskini gördüklerinden söz ederek "çözüm sürecinin, üzerinde titizlikle çalışılması, verilen sözlerin tutulması, ve, başarıya doğru adımların sürekli atılması gereken bir süreç olduğunu anladıklarını" belirtiyor. Beşir Atalay'ın şu sözlerine yer veriyor: "çözüm sürecinin güçlü yasal çerçevesi ve yol haritası da var." "Riskleri de, unutmamak lâzım." Komplo teorilerine kapılmadan, "bölgesel ve küresel güç ilişkilerini ve dinamiklerini her zaman hesaba katmak gerekir." Yazı şöyle bitiyor: "Türkiye, 2015 Genel Seçimleri'ne giderken, çözüm sürecinde de ikinci aşamaya geçiliyor. Önemli gelişmeler bizi bekliyor..."
Mustafa Kutlu'nun, "Müzik bitti mi?" başlıklı yazısından (Yeni Şafak, 19/11/2014) değinme yapmaksızın bazı alıntılar:
(...) "Şimdi televizyonlarda müzik yok. Tuhaf değil mi? Halk müziğe niçin böyle sırtını döndü. Bunu sadece üretim-tüketim ilişkileri ile izah edebilir miyiz?
Cumhuriyet dönemi müzik tarihine bakarsak kabaca şunu görürüz: Devlet öteki uygulamaları yanında sanat alanında da Batı'yı örnek almış, alaturka müziği bir ara radyoda bile yasaklamıştı.
(...) "Halk asırlardır söyleyegeldiği Halk türkülerini tekrar ediyor, seçkinler Türk klasik müziği meşk ediyordu."
(...) Müzik kültürümüze bakılırsa bu alandaki verimlerin yüzde doksanı 'Tarım toplumu'na aittir. 'Şehir müziği' denilen seçkinlere maledilen Türk sanat müziği de yine tarım toplumunun şehirlerinin malıdır. Üstelik Halk müziği ile ilişkisi çok derindir. (...) Ne yazık ki bu gelenek biterken farkedildi ve Kazancı Bedih ömrünün sonunda şöhret oldu.
Neşet Ertaş öyle değil mi?
Senelerce kadri bilinmeden yaşadı, eserleri yağmalandı, kendi Almanyalarda kaldı. O da ömrünün sonunda farkedildi.
Biz sanayi toplumuna geçemedik.
Nüfusun hâlâ yüzde yirmibeşi köylerde yaşıyor. Bir yüzde yirmibeş de şehre gelmiş ama şehirli olamamış köylüdür."
(...) "Türkiye kendini aramaktadır. Bir bakıma müziğini arıyor yani ruhunu. Bu arada amerikan hayat tarzı tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de hakimiyet kurdu. (...) Ayrıca şunu da kaydedelim ülkemiz Özal'la beraber kabuğunu kırmış ve dünyaya açılmıştır. Kendi gemisini değil başkasının gemisini yürütüyor, ne gam."
(...) "Geleneksel müziğimiz kendini tekrarlıyor: 'Yeni Türkiye'nin müziğini kim yapacak diye sorsam; hangi isimleri sayarsınız?"