(...) şehrinin civarları pek ferah-fezâdır, hele şimendifer güzergâhı cidden dil-rübâdır. Elvâh-ı bedâyi'-nümâ-yı tabiat, arkadaşlarıma gürültülü bir neş'e vermiş iken ben, bilakis büyük bir hüzne kapılmıştım. Sebat ve bekâ olmadıktan sonra, bu bedâyi' ne işe yarar? ....
...Bir kere daha tabiata baktım. Bu defaki nazarımın önünde bedâyi' gâib oldu. Işık söndü, her tarafı zulmet istila etti. Güya ki hakikat, tekmil dehşetiyle gözlerime münceli oldu. Bâsıra-i insanı okşayan çimenlerdeki yeşillikler, ezhâr-ı latifedeki güzellikler, ancak mel'abe-i ziya!...Âlemleri kaplayan bu nûr, temevvüc-i esîr!... Velhâsıl hepsi bir zarurete, bir emre, kanuna esir. Güya karşımda Buda Gautama Sakyamuni tecessüm etti. Hazîn tebessümüyle, sararmış çehresiyle "Hiç!...Hiç!...Hiç!..." diyordu.