Bir gün Fahreddin Efendi Hazretleri, Celâl Hocaefendi'nin talebe yetiştirmekte ve mektep oluşturmaktaki kabiliyetini bildiği için ona şöyle der; "İtalyan mektebi var, Fransız mektebi var. Niye siz de Arapça tedrisat adı altında böyle bir din-diyanet öğreten okul açmıyorsunuz? Adamlar böyle mektepler kurarak hristiyanlığı öğretiyor. Sizler de lisan üzerinden dini öğretebilecek böyle bir okul kursanıza, bunun için teşebbüsde bulunsanıza!"
Bunun üzerine Celâl Hoca da Ankara ve İstanbul'daki Maarif'le devamlı yazışarak böyle bir okulun, enstitünün kurulması için çalışmaya başlar. Yazışmalar, Ankara'ya gidip gelmeler devam ederken iş Maarif Vekilliği'nde tıkanır. İmzalanması gereken bir evrak, Bakan'ın masasında uzun süre bekleyip durur. Haftaya gel, on gün sonra gel, diyerek Hocaefendi'ye gün verirler; fakat geldiği zaman da bugün olmadı, haftaya gel! diyerek onu devamlı oyalarlar. Hem bu sahadaki gayreti hem de Fahreddin Efendi'ye verdiği sözden dolayı Celâl Hocaefendi hiç tavrını bozmadan Bakanlık'a gidip gelmeye devam etmiştir.
Bu sıralarda kendisine bir rüya gösterilir, o da bu rüyayı Fahreddin Efendi'ye arz eyler. Efendi Hazretleri, Celâl Hoca'ya; "Hoca, senin bu işini kendisine namaz nasip olmayan fakat Hazret-i Ali'ye muhabbeti olan bir zât çözecek" diyerek rüyayı tabir eder. Celâl Hoca şaşkınlıkla; "Efendi Hazretleri, dosyanın böyle bir kişiyle ne alâkası var? Biraz daha izah buyursanız..." deyince Fahreddin Efendi Hazretleri; "Hoca, ben rüyadan ne anladığımı sana söylüyorum." buyurarak mukabelede bulunur.
Bundan sonrasını Celâl Hoca şöyle anlatmaktadır: "Bu hâdiseden beş altı gün sonra Ankara'ya gittim, verilen randevu saatinde, Bakan'ın sekreterinin bulunduğu odada beklemeye başladım. O güne kadar hiç benimle muhatap olmayan özel kalemdeki kişi biraz öfkeli biraz da canı sıkkın ama halime de acır bir vaziyette; 'Anlamıyorsunuz değil mi?' diye bana hitâb etti. Ben de şaşkınlıkla; 'Neyi?' diye sordum. 'Yâ hû hoca, bu adamlar seni oyalıyor. Şimdi burada otur, istediğin kadar Bakan'ı bekle! Gelmeyecek ki! Zaten gelmeyeceği günü sana randevu olarak veriyorlar. Seni usandırmak, oyalamak niyetindeler. Şimdi bekleyeceksin de ne olacak? Bana tekrar diyecekler ki; 'Şu tarihe salla!' Senin bu geliş gidişinden ben utanıyorum! Artık bu adamların kapısını aşındırma!' diyerek tavsiye ve serzenişte bulundu. Ben de buna karşılık; 'Bak kardeşim, beni yüz kere de çağırsalar bu kapıya geleceğim. Bıkmadan usanmadan burada bekleyeceğim. Üzerime düşeni yapıyorum ben, Allah katındaki, kullar yanındaki mes'uliyetimi üzerimden atıyorum, gerisinin hesabını başkası veri.' dedim.
Adam birden yerinden fırladı. Bakan'ın odasına girdi. Orada birşeyleri karıştırdığını duydum. Sonra kısa bir sessizlik, akabinde de bir mühür sesi işittim. Sinirli fakat aynı zamanda çok duygulanmış olarak yanıma geldi ve dosyayı bana uzattı. 'Hocam al, işte istediğin onay belgesi! Selâhiyetimi kullanarak vek'aleten imzamı atıp mührü bastım.' Çok şaşırdım. Kalbim heyecanla çarpmaya başladıç 'Evlâdım, Allah senden râzı olsun. Sen ne temiz, ne sâlih bir evlâdsın!' diyerek onu kucakladım. O da hürmetle mukabelede bulundu. Tam oradan ayrılıyordum ki, 'Hocam!' diye seslendi. 'Bizi duâda unutma! Bakma, bende namaz niyâz yoktur ama işte büyüklerimizden gördüğümüz kadar Hazret-i Ali'yi severiz. Allah sizin gibi hocaefendilerden râzı olsun. Bizler cahil yetiştik ama inşâallah sizin açtığınız mekteplerle halkımız hem Allah muhabbetini, hem Peygamber ve Ehl-i Beyt muhabbetini bizlerden çok daha iyi öğrenir.' Olduğum yerde kaldım. Fahreddîn Efendi Hazretleri'nin tebşirâtı ayniyle vuku' bulmuştu. İşte bu hadiseden sonra Yüksek İslâm Okulları ve İmam Hatip Liselerinin yolu açılmış oldu."