İnsanoğlunun yapıp etmeleri arasında kendisini en şaşırtan davranışların neler olduğu sorulduğunda Platon demiş ki:
Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler ve fakat sonra çocukluklarını özlerler.
Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler, ama sağlıklarını geri almak için para öderler.
Yarınlarından endişe ederlerken bugünlerini unuturlar.
Sonuçta ne bugünü ne de yarını yaşarlar. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarlar, ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.
(...)
Yeryüzünde insanoğlunun sürekli ıstırap duygusu içinde yaşamasının bir tek nedeni var: mülkiyet
Burada mülkiyet kavramını her iki anlamıyla da kullandığımızı belirtelim:
Birincisi, "sahip olmak", ikincisi ise, "sahip olduğumuz(u zannettiğimiz) şeyleri sürekli kılmaya çalışmak."
Acılarımız da buradan kaynaklanıyor:
a) sahip olamazsak;
b) sahip olduklarımızı koruyamaz da kaybedersek.
(s.30-31)
Tevazu insanın kendisini aşağı görmesi, aşağılık sanması değildir. Bilakis tavazu kişinin haddini / hududunu bilmesi, yani sınırlarını, özünü, o özün sınırlarını (hakikatini) görmesi demektir.
Bu sınırlar, sınırın ötesine nispetle muayyendir.. Muayyen olan, bir yerde duran, bir yer tutan her nesnenin bir bitimi vardır; zira cihetleri vardır. Altı cihet sayılır: ön-arka, sağ-sol, alt-üst.
Bu cihetlerden tebeddül etmeyen, yani birbirinin yerini almayan, değişmeyen, sabit kalan cihet (yön) sayısı ikidir: altve üst (=aşağı ve yukarı).
Cihetlerde alt-üst mertebesi subutiyeti temsil eder; zira bu dört yön eskilerin deyişiyle hareket-i müstakime (doğrusal hareket); diğer iki yön ise hareket-i müstedire (dairesel hareket) ile taayyün eder. (...)
Tabiattaki ünlü dörtlü sıralama şöyleydi: 1) cemadât (madenler, inorganik maddeler), 2) Nebatât (bitkiler), 3)Hayvanât (hayvanlar), 4) İnsan.
Haddini bilmek meselesi burada soru niteliği kazanır:
Hz. İnsan bu varlıklar hiyerarşisi içerisinde nerde duruyor?
Binaenaaleyh tevazu meselesi bir bu sorunun cevabını aramak sadedinde ele alınabilir; bir de şu sorunun:
Ben bu insan topluluğu içerisinde nerede duruyorum?
İlk soruya verilecek cevap, kişinin kendi yerini, konumunu, mevziini mahiyet ve hakikatinden (insanlığından) hareketle; ikincisi ise hüviyetinden hareketle tayin edecektir." (s.46-47)
Ganî olan sadece VARLIKtır; bir tek o geçici değildir. O sürekli olandır. Daim olan, bâkî olan sadece O'dur: Hüvel'l-Bâkî.
Varolanların her biri VARLIKtan pay alır. Her bir varolan, varoluşunu VARLIKa borçludur., varlığında O'na muhtaçtır.; varlığa gelebilmek için de, var kalabilmek için de.
(...)
Yoksulluğumuzu duymak ve duyurmak istemiyoruz. Fakrımızı idrak etmekten korkuyoruz.(s.52)
İnsan mertebesinde doğan her ferd, bilfiil değil, ancak bilkuvve insan olarak doğar: kemâl-i evvel.
Mertebesinin hakkını vermediği takdirde, insanlık mertebesinden düşer: zeval, noksan, âfet.
Bu nedenledir ki insan, ancak kendisine emek verdikçe, kendisine özendikçe insanlaşır, insanlaşabilir: kemâl-i sâni.
Hiçbir bitki bitkileşmez, hiçbir hayvan hayvanlaşmaz; lakin insan insanlaşır; zira ancak insan, kendi mertebesine ait yetileri ve yetenekleri (istidat ve kabiliyetleri) gerçekleştirdikçe, geliştirdikçe insan olur. (...)
Sözün özü, hiçbir varlık kendi mertebesinden dışarı çıkamaz ama insan insanlığından çıkabilir.
Bu mülahazalara istinaden Hz. İnsan ifadesini, insanlık mertebesine karşılık olmak üzere değil, bilakis bu mertebenin hakkını vermiş olan örnek kişi (bu mertebenin numûne-i imtisali) anlamında kullandığımı söyleyebilirim. İlim-irfan geleneğimizde bilinen yaygın karşılığı İnsan-ı Kâmildir. (s.60-61)