Şimdi, ehlullaha gelen tecelliler üç kısımdır; fiilî, ismî ve zatî…
Fiili tecelli ancak, nefsin örtüsü kendisindeki tahrifatın, çarpıklığın giderilmesiyle, yetilerinin ve sıfatlarının işlevsiz hâle gelmesiyle ve zevaliyle şeffaflaştığında; beklentilerin, bağlılıkların, alışkanlıkların, uzun ve kısa vadeli isteklerin ağır yükü nefsin sırtından hafiflediğinde ortaya çıkar. Fiili tecellinin bu zuhuru da ya sırf inayet ve cezbeyle -ki cezbe, insan ve cinlerin ameline denktir- ya da zikre devam etmek ve İslâmi makamları gerçekleştirmek, o makamların haklarını yerine getirmek ve iman makamlarından bazılarına geçmekle olur. Öyle ki bu durumda nefiste itidalin ve birliğin etkisi ağır basar ve çokluktan gelen çarpıklığın, dünyevî ve insânî hisse talebinin kaybolması ortaya çıkar. Böylece nefsin hakikatinde batınî/içkin olan [Hakk’a] bağlı olan kalbin birliğinin eseri ortaya çıkar. Bu eser, nefisteki itidaldir; yani duyuyla algılanabilir suretin etkisi ve hayatın/canlılığın manasının etkisi arasında, mizaç ve sureti yöneten rûhânî ruhun etkileri arasındaki itidal. Birlik ve itidalin eseri, nefsin tüm aslî sıfatlarına -görme, işitme, konuşma, düşünme ve benzerleri- ve bunların ortaya çıkış noktalarına [göz, kulak ve benzerleri] geçer. Bu durumdaki kişi, her ne zaman itidal ve birliğin boyasıyla boyanmış olan gözüyle bir şeye baksa -gözündeki bu itidal ve birlik çokluk ve çarpıklık üzerine hâkim olduğu için- artık gözüyle algıladığı şeyi sadece güzel, uyumlu ve mutedil olarak bilir.
Güzelliğe şahit olduğu sırada bakışını [baktığı nesneden soyutlayıp] Hakk’ın tüm nedenlere ve sonuçlara sirayet etmiş fiiline hasredebildiğinde, [Hakk’a] bağlı olan kalbi aracılığıyla, gerçek fail olan yüce ve mukaddes Hakk’ın kendisi bizzat tecelli etmeksizin Hakk’ın fiilinin birliği keşfolunur/ona açılır. Bu durum hayâlî suretlerle kukla oynatan kuklacıyı izleyen kişinin durumuna benzer. Bu kişi, cansız kuklanın duyuyla algılanabilir ve açıkta olan fiillerine tanık olur. Ancak bu cansız varlığın hareketi ve sükûnu aslında perdenin arkasındaki [kukla oynatıcısı] adamın fiilleridir. Zira perde, oyunu izleyen kişiyle kukla oynatan kişi arasında bir engel olduğundan izleyen kişi, bu fiilleri o cansız varlığın (kuklanın) fiilleriymiş gibi algılar. Ama yine de perde geçirgen olduğu için faili görmeden failin [perdeye yansıyan] fiillerini görür. İşte tıpkı bu kişi gibi, [fiili tecelliye mazhar olan] kişi de perde saydamlaştıkça ve inceldikçe failin kendisini görmeden vahdânî olan Hakk’ın fiilini görür. Bu müşahede, tamamen örtülerle mukayyet olan bir ilme’l yakîn müşahade değil, yine failin isimler ve sıfatlar açısından ya da zatı açısından tecelli ettiği hakka’l-yakîn müşahede de değil, ‘aynel’-yakîn bir müşahededir.
Bu müşahede yolcunun isteğini şiddetlendirir, sefer arzusu ve teveccühü artar. Baktığı şeydeki vahdâni güzellik elbisesinde müşahede ettiği bu fiilî ve varlıkta gerçekleşmiş tecelli onu ilk nazarında cezbeder. Orada, aşkın hakikatinin tüm eşyaya geçmiş izi vardır. Yolcunun hakikatinde ve sırrında var olan bu aslî aşkın izi tüm eşyaya sirayet etmiştir; onu sefere yönlendiren, teşvik eden de budur. Yine bu iz, yolcunun bâtınından, o yolcuyu kendisine cezbedene doğru çekilmesinin nedeni olarak ortaya çıkar. Yolcuyu kendisine çeken, cezbeden ise yolcunun baktığı şeyde güzellik biçiminde ortaya çıkan fiili tecelli, onun itidali ve birliğinden başka bir şey değildir. Böylece [kutsi hadisteki] “ben onu sevinceye kadar” sözüyle işaret edilen aşkın izi ortaya çıkar. Burada ‘ben onu sevinceye kadar’ demek, ben ona aşkın hakikatine ait özel bir iz, bir eser gösterinceye kadar demektir. Yoksa burada gösterilen, aşkın kendisi, özü değildir ki aşkın özünün bu şekilde tezahür ettirilmesine [kutsî hadiste] “ben onu sevince“ sözüyle işaret edilir. Bu da ancak hakiki, korunmuş ve takva sahibi kalbe isimler ve zâtın tecellisiyle olur.
Şimdi, fiili tecelliye ve bundan doğan aşka bağlı olanlar, istidatlarının farklılığına göre derece derecedir. Bir kısmı, istidatlarının eksik olmasından dolayı belirli bir surette durup kalanlardır. Bunlarda fiilî tecelli ancak bu belirli suret aracılığıyla gerçekleşir, sevgileri bu surete bağlıdır, onunla mukayyettir ve bu belirli sureti aşmaları mümkün değildir. Bu kısma dâhil olanların amacı, belirli bir suretten onun benzeri olan diğerine geçmektir. Bu kişiler bakılan, müşahede edilen belirli bir şeyin bağı ile kısıtlanmaktan kurtulamazlar Böylece [onları bu belirli şeye bağlayan] ip inceldikçe bir başka şeye yönelirler ve bu durum ömürleri boyunca sürer.
Fiilî tecelliye mazhar olanların bir diğer kısmı; istidatları, kendilerini bu belirli mukayyetten mutlak olana geçirebilecek güçte olanlardır. Ancak bunlarda mutlak olana geçiş sırasında ortaya çıkan bir engelden dolayı duraklama meydana gelebilir. Ortaya çıkan bu engel, gerek hızlıca gerek yavaş yavaş ortadan kalkınca mukayyedi aşarlar. Kayıtlardan tamamen kurtulup bakılan her şeyde fiilî tecelliyi görebilecekleri ‘mutlak’a yükselinceye kadar bu engeller karşılarına defalarca çıkabilir.
Bunlardan bir kısmı da Halil İbrahim (as.) gibi, duraklarda, menzillerde çok az bekleyip ‘mutlak’a büyük bir hızla ulaşanlardır.
Bir diğer kısım; istidadının mükemmelliği sayesinde yükselişi ve geçişi hiç duraklamadan ve hiçbir engelle karşılaşmadan şimşek çakması gibi hızlıca olandır; “Göz kaymadı ve sınırı aşmadı.” (Necm:17) zevkinin sahibinin yolculuğu gibi. Bu makam sahibinin gözü, göz açıp kapatıncaya kadar bile belirli bir mukayyedin müşahadesine kaymaz. Yine kalbi ve aşkı küçücük bir an bile başkalarına ve [asıl olan değil de ortaya çıkan] eserelere yönelmez. “Eğer bir dost edinseydim Ebû Bekr’i dost edinirdim, ama o arkadaşım ve kardeşimdir, Allah da arkadaşınızı [Ebû Bekr’i] dost edindi.” Hadisi de, kayıtla mukayyet olmanın reddine, yine yalnızca mutlak güzellik ve ona yönelik aşkı dikkate alma mertebesine hızlıca yükselebilmeye işaret eder.