Siyaset çirkefti. İnsanların birbirini yediği, insanların alınıp satıldığı yerdi. Doğru. Ama şurası var; buna da bir haysyet kazandırılamaz mıydı? İşte Hüseyin Avni Bey. Siyaset meydanında halvet-der-encümen olamaz mıydı? Sonra nedir bu küçük çırpınışlar? Bu kendinden başkasını yok saymalar. Dışarıda akıp giden bir hayat var. Hayır, ona büsbütün arkasını döndüğü söylenilemezdi, gerçekleri göz ardı ettiği söylenilemezdi. Yine de netice ortada. Demek sadece genç umutları bilemiş, filizlenen hayallere su serpmişti. Tek tük yalnız kalmış, cemiyetin dışında bırakılmış -öyle olduğunu sanan filozofi düşkünlerine- hatıralarına yaslanmış ihtiyarlara kucak açmıştı. Kimseye bir şey verdiği yoktu. Reel olan buydu... Hah. Kelimeye bak: Reel. Doğru, reel olan buydu. Hayatın zaruretlerine karşı kimseye bir şey vermemek. Ne fikir, ne menfaat. Belki de öğrenmiş olduğu bu idi. Kendisinden vaktiyle istenilenler. Zayıf vücudu ile taşıyamayacağı yükler altına girmeler. Halbuki vermek lâzım. Vermek için de güçlü olmak gerek. İktidar.
İktidarın çekici yüzü. Kuvvet. Bir anma günü için Halk Eğitim Salonu'nu rica etmek, bir sinemayı kiralamk. Bir broşür bastırmak için, bir el ilanı için el açmak. Millî şuuru güçlendirmek, millî kültürü yaymak, mukaddesata sahip çıkmak... Çok güzel, pek güzel, böyle deniyordu ardından, alçak sesle, kimden yanasınız? Baş dik, gözler ilerde, kalbin çarpıntısı ve ruhun yükselişi: Hak'tan yanayız. Ah ne kadar tatlı, biz de haktan yanayız, daha doğrusu herkes haktan yana. Siz kiminle birlikte haktan yanasınız?