Bir gayr-i müslim cenazesi geçerken bile ayağa kalkardı Peygamber Efendimiz (sav). Bu durum o cenazenin artık aslına rücû ettiği anlamındadır. Yani artık o kaynağına geri dönmüştür. (s.22)
Tıpkı Allah'ın faaliyetinin mütemadiyen ve her dem yenilenmesi gibi, kâmil insan da her an yeni bir oluşum ve Varlık'a ilişkin daha gelişmiş bir bilginin zevkine erer. (s.26)
Şeyh-i Ekber Fütûhât-ı Mekkiyye'de hakîkat-i Muahammediyye'yi âlemin cevheri, âlemin ruhu olarak anlatır. Hazret-i Şeyh, beş yüz altmış babdan oluşan bu otuz yedi defterlik devâsâ eserine Mekke'de hamile kalmıştır ama o kitabın doğumunu Anadolu'da ve Şam'da gerçekleştirmiştir. (s.43)
Felsefe, insanın kudreti dahilinde eşyanın hakikatlerini bilmektir. Çünkü filozofun nazarî bilgiden gayesi, hakikati elde etmek; amelî bilgiden gayesi ise hakikatle uyum içinde olmaktır... Felsefe Allah'ın fiiline benzer şekilde fiilde bulunmaktır. (Kindî) (s.48)
Felasifeden ziyade ârifleri temsil eden İbn Arabî'ye göre, rûhî seyyahlar yani metafizikî bilgi arayışına çıkanlar iki gruptur: İlk grup, düşünceleriyle (efkâr) ve akıl (rationality) ile Allah'a doğru seyahat ederler. Onlar kaçınılmaz olarak yoldan saparlar, çünkü sadece kendi düşüncelerinin rehberliğini kabul ederler. Onlar, filozoflar ile benzer bir süreci takip edenlerdir (mütekellimûn). Seyahat edenlerin diğer grubu nebîler, rasûller ve seçilmiş velîlerdir. Gruplardan birini diğerinden ayıran şey, hakîki bilgiye malik oluştur. (s.51)
Akıl, hususi olarak beşerî bir kuvvettir ama aklın ötesinde bulunan şey hakîki anlamda gayr-i beşerîdir. Metafizikî bilgiyi mümkün kılan şey de budur ve o bilgi, beşerî bir bilgi değildir. Başka bir ifadeyle, insanın onu elde edebilmesi, insan olması cihetiyle değildir; fakat cihetlerinden birinde beşerî olan bu varlığın aynı zamanda bir beşerden başka ve daha fazla bir şey olması sebebiyledir. (s.52)
Bu âlem bir aynadır, her şey Hakk ile kâim / Muhammed (sav) aynasında Allah görülür dâim (Câmî) (s.55)
Yunan'ın hikmeti hırs ve meylidir
Fakat müminlerin hikmeti,
Hz. Peygamber'in emridir. (Câmî) (s.56)
Modern zamanlarda kalbî bilgilenme ikincil, üçüncül konuma itilmiştir. Çünkü kalp modern Müslümanın epistemolojisinde yer almamakta, kalp küçümsenmekte, basitleştirilmektedir. (s.66)
Modern zamanlara gelinceye kadar elbette ki İslâm hukuku da kullanılmaktaydı, ama birinci derecede hakim olan, hukuk değildi. Birinci derecede kimlik, Müslümanların irfanıydı, Allah'a yönelik yakınlığıydı. Ne kadar O'na yakın oldukları, tevazûlarıydı, ahlâklarıydı ve buna bağlı olarak kurdukları medeniyetti. Buna bağlı oluşturdukları sanattı. (s.67)
Hoşça bak zâtına kim, zübde-i âlemsin sen / Merdüm-i dîde-i ekvân olan Âdem'sin sen (Şeyh Galib) (s.71)
Yunus öldü deyû salâ verirler / Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez (Yunus Emre) (s.87)
Sağı solu gözler idim / Dost yüzünü görsem deyu
Ben taşrada arar iken / ol can içinde can imiş (Niyazi Mısrî) (s.101)
Ârifin mutlak kelamın duymaya irfan gerek / Sırr-ı muğlaktır gönülde zevk ile vicdan gerek (Niyazi Mısrî) (s.178)