Kilere girerken beklediğim neşe ve kahkaha yerine bir yandan titriyor bir yandan da kalbim duracak gibi oluyordu.
Grişa bu dini coşku içinde dualar uydurarak epeyce kaldı. Kâh birkaç kez peş peşe her seferinde yeni bir güç ve ifadeyle "Tanrım bağışla!" diyor kâh yarı eski Rusçayla sanki hemen o an yanıt bekliyormuş gibi bir ifadeyle "Bağışla beni Tanrım, öğret bana ne yapacağımı ... doğru yolu göster bana!" diyor kâh acıklı hıçkırıklarla tutuluyordu... Dizlerinin üstüne doğruldu, ellerini bağlayıp sustu. Nefesimi tutup kapıdan yavaşça başımı uzattım. Grişa hiç hareket etmiyordu. Nefesi göğsünün derinlerinden geliyordu. Ay ışığının aydınlattığı kör gözünün o bulanık gözbebeğinde gözyaşı parlıyordu.
Anlatılmaz bir ifadeyle "Senin dediğin olur!" diye bağırdı ve yüzüstü yere düştü, bir bebek gibi ağlamaya başladı.
O zamandan beri köprünün altından çok sular aktı, geçmişe ait birçok anı benim için önemini yitrdi, bulanıklaştı. Çilekeş Grişa da çoktan son yolculuğuna çıktı. Ancak onun üzerimde bıraktığı o izlenim ve uyandırdığı o duygu belleğimden kesinlikle silinmeyecek.
Ey büyük Hristiyan Grişa! Senin inancın o kadar büyüktü ki kendini Tanrı'ya yakın hisettin, aşkın öyle büyüktü ki dudaklarından sözler kendiliğinden dökülüyor ve sen onları tartmıyordun bile... Tanrı'ya yönelttiğin her övgü, sözcük bulamadığında dökülen gözyaşlarında cisimleniyordu!..