Modernite tarafından yayılan zihinsel alışkanlıkların İslamî eğitimle çok ender örtüştüğünü göstermenin belki de en iyi yolu modernitenin tipik özellikleri hakkında düşünmektir -ki bununla bugün içinde yaşadığımız "küresel kültür"ün düşünce yöntemini ve normlarını kastediyorum. Bugün moderniteyi her ne tanımlıyor ve niteliyorsa, o şeyin İslamî düşüncenin ilk düsturu olan tevhîd olmadığı gerçeği her göze bariz şekilde gözüküyor olsa gerektir. Buna şirk, yani "Allah'a ortak koşmak" denebilir, fakat birçok Müslüman'a göre bu herhangi bir müzakerede fayda vermekten gayet uzak kalacak nispette hissî çağrışımlarla yüklüdür. O yüzden modernitenin belirleyici özelliğine şirk değil de tevhîd'in birebir zıt anlamlısı olarak teksîr diyelim. Tevhîd eşyayı birlemek ve dinî bağlamdan bakarsak Allah'ın birliğini ikrâr etmektir. Teksîr ise eşyayı çoğaltmak, çok görmek anlamına gelmekle birlikte, benim bu noktada anladığım şekliyle, tanrının birden çok olduğu, hatta birden çok tanrı olduğunu iddia etmektir.
Modern zamanlar ve modern düşünce tek bir merkezden, tek bir intibak, tek bir yönelim, tek bir amaç ve herhangi bir şekilde teklik arzeden bir maksattan yoksun durumda. Diğer bir deyişle, "Tek Bir" tanrısı yok. Tanrı, hayata anlamve istikamet veren şey iken modern dünya bir çok tanrıdan anlamlar devşirme gayretinde. Şiddetini gittikçe arttıran bir teksîr süreciyle tanrılar adede gelmeyecek derecede çoğaldı ve neticede insanlar kendi nefislerine hitap eden tanrılara kulluk etmekteler.
Teksîrin şiddetlenme süreci, İslâm düşüncesinin tarih boyunca izlediği genel istikâmeti Avrupa uygarlığınınkiyle mukayese ettiğimizde daha bir görünür hale gelir. Yakın bir geçmişe kadar, İslâm düşüncesinin temel niteliği, sürekli olarak birlik, uyum, birleşme ve sentez kavramlarına doğru tabii bir seyir halinde olmaktı. Büyük Müslüman mütefekkirler birçok alanın erbabı oldukları halde bütün bu alanları tek tevhîd ağacının dalları olarak mütalaa ediyorlardı. Astronomi ve zooloji, fizik ve ahlâkbilim, matematik ve hukuk veya mistisizmle mantık arasında hiçbir tenakuz yoktu. Herşey aynı düsturlarla idare ediliyor, zirâ her şey Allah'ın her şeyi kuşatan hakikâtinin bir tecellisi olarak görülüyordu.
Avrupalı düşüncenin tarihi ise tam bir zıtlık arz eden eğilimlerle kâimdir. Ortaçağ'da her ne kadar belirleyici bir düşüncenin izleri görülse de, o vakitten itibaren ayırma, dağıtma ve çoğaltma önü alınamaz bir şekilde yayıldı. "Rönesans adamları" bütün bilimler hakkında ciddi bir ilim sahibi olabiliyorken belirleyici bir görüş de taşıyabiliyorlardı. Fakat bugünlerde herkes ufacık bir ihtisas alanının uzmanı oluyor ve bilgi üssel olarak katlanarak artıyor. Netice: karşılıklı anlaşmazlık ve kör dövüşü, evrensel çapta bir düzensizlik ve uyumsuzluk. Anlayışta bir birlik, bütünlük sağlamak imkânsız, ayrıca değişik disiplinlerin mütehassısları arasında gerçek bir iletişim de gerçekleşmemekte. İnsanların birleyici, birleştirici düsturları olmadığından amaç ve tanrıları sürekli olarak çoğalıp ayrılıyor ve bu da sürekli şiddetlenen bir kargaşa doğuruyor.