İslâmcı söylemin din ve İslam anlayışı modernist düşüncenin ana temayüllerine uygun olarak “tektip”çi ve merkeziyetçi bir karakter arzeder. Birbirleriyle irtibatlı olarak siyasî ve kültürel birlik (ittihad, vahdet-i İslamiyye, telfık, tevhid-i mezahib, takrib-i mezahib, kanunlaştırma vb.) arayışları da tektipçiliği beslemiş gözükmektedir. Uzun İslâm tarihi tecrübesine bakıldığında, Müslümanların hem ilimler, mezhepler ve meşrepler açısından hem de hayatı algılama ve yaşama kalıpları bakımından, merkezi olan (tevhid) fakat geniş farklılıklar dünyasının içinde yaşayageldikleri rahatlıkla görülür. Bu farklılıkların bir kısmı coğrafya ve iklim, bir bölümü yerel dinler ve kültürler, bazıları da tarihin tesadüfleri ve süreçlerle alakalıdır. Kendini emniyette hissetmeyen ve bütün İslâm dünyasına hitap etme şansını yakalamayı hedefleyen İslâmcı söylemin bu meşru farklılıkları ve mahalli renkleri artık zaaf ve tehlike olarak gördüğünü, bir tür tefrika ve bölünmüşlük olarak telakki ettiğini, giderek gayrımeşru ilan ettiğini biliyoruz.
Siyasi ve kültürel birlik hangi düzeyde sağlanacaktır sorusu yeteri kadar sorulmamış ve işlenmemiş gözükmektedir. Üst düzeyde bir birlik aranacaksa bu bir felsefî düşünceyi ve tecridi davet edecek; alt düzeyde bir birlik aranacaksa bu da ancak dinde/düşüncede/yaşama tarzında sadeleşme-seyrelme (bir başka ifade ile tasfiye) yoluyla olabilecektir. Hakim temayülün, bir tasavvur ve düşünce dünyasının fakirleşmesi mânasına da gelecek olan sadeleşme/tasfıye hattında cereyan ettiğini, bunun da Yeni Selefî hareketle örtüştüğünü söyleyebiliriz. İslâm dünyasında XIX. yüzyıla hatta bu yüzyılın ortalarına kadar kendilerini tahkim ederek, üst düzeye çıkararak, derinleştirerek varlıklarını sürdüren felsefe, kelâm, tasavvuf, mantık, fıkıh usûlü, ve dil alanlarının zaafa uğraması yahut kuvvetlerinin farkedilemeyişi hadisesi de felsefe ve tecrid aramayan böyle bir vasatta vukubulmuştur.