Ekâmil-i pîrân-ı halvetiyeden bir zât-ı âlînin sohbetiyle müşerref olduğum ve henüz hâlet-i ibtidâiyyede bulunduğum bir zamanda idi ki bir gün huzuruna dahil olmuştum. Fakîr, Şeyh Hazretleri'nin pek sevgilisi idiysem de esmâ ve merâtib cihetiyle hiçbir terfi gösteremediğimden, "tarîkat ve sülûk" itibariyle binlerce bâliğ olan ceyş-i müridânın dü-men neferi idim. Birkaç sene, hep aynı isimde kalmış ve benden sonra gelenlerin terakkilerini görmekle bir aralık beni bağlayan bendeleri kırmaya uğraşmış ve en son kabiliyetsizliğime râzı olarak bir teberrük olmak üzere terakki gösteren ihvândan fakir olanlara vekâleten şerbet ve çorba hazırlamakla teselli bulmuştum. Şeyhin huzurunda intihâya yaklaşmış bir hayli mürid vardı. Kendisi ise o gün, be-gâyet neşeli bulunuyordu. Ben Hazret'in pek yakınında oturuyordum. Bir aralık, canlı müridlerden birisini yanına çağırdı, eline kâğıt ve kalem vererek; ismini yazmasını emretti. Mürid, ismini yazdı. Mürid mütehayyir, yazdığını güzelce yaladı. Şeyh sordu:
- Yazdığın isim ne oldu? Nereden gelmişti ve nereye gitti?
Mürid, elindeki boş ve bembeyaz kâğıda bakarak:
- Bir şey yok... hiç oldu! cevabını verdi. Şeyh kendisine iltifat ederek yerine gönderdi. Bir diğerini çağırdı. Aynı ameliyeyi ona da yaptırdı ve ona da aynı suali sordu. O da evvelkiye yakın bir cevap verdi. Bu ameliyeyi diğerlerine tekrar ettirdi. Nihayet içlerinden birisi:
- Bu isim kalem ve hokkadan gelmişti, her şey aslına ric'at edeceğinden onun da kalem ve hokkaya ric'ati lazım... cevabını verdi. Ben ise bana sorulmayan ve sorulmak ihtimali olmayan bu suâli ve verilen cevapları dşünüyordum. Artık kendini kaybetmiş ve edebi tecâvüz edecek kadar dalgınlığa düşmüş olmalıyım ki gönlümw sünuh eden şu cevabı kaçırdım:
- Arkadaş! Hokka ve kalem bir asıl değil, birer vâsıta, birer âlettir. İsim senin emir ve idarenden, idrâkinden çıkmıştı. Yine oraya ric'at etti!é Şeyh beni tekdîr etti. Lakin halvet kaldığımız zaman, bana mültefitâne dedi:
- Oğlum! Niçin boş boğazlık ediyorsun? Bu suâlin altında pek büyük bir hikmet mündemicdir. Vücûd-ı fâni, isimle temeyyüzden ibarettir. Fâni olan bu temeyyüzün kendiliği, bâki olan bu temeyyüzün fenâsıyla zuhûr eden hakikattir. Lâkin temeyyüzü vesâitten geliyor zannedenler, sıfat âlemini geçemezler. Emirden geldiğini bilenler ise, sıfatı hakikat-ı zâtıyyeye îsâl eyleyenlerdir. Zira emir, "bi-zâtihî mevcûd olmayıp, bi-zâtihî mevcûdun tecelli-i zâtiyyesidir."