Ey hakîkat tâlibi bil! Mutlak zât, esmâ ve sıfâtın vücûdda değil, belki taayünde aslı ve müstenedün ileyhi olan şeydir. Her isim yâhud sıfat ki, bir şeye istinâd etmiştir, işte o şey Zât'tır. İsterse Ankâ gibi ma'dûm, isterse mevcûd olsun.
Mevcûd iki türlüdür. Biri mevcûd-ı mahzdır, o da Zât-ı Bârî'den ibârettir; dîğeri ademe mülhak olan mevcûddur, bu da zât-ı mahlûkâttan ibârettir.
Mukaddes ve müteâlî olan Zât-ı Hakk'a gelince: O, kendinin ulu varlığı olan nefsinden ibarettir. Çünkü Zâtullah, bî-nefsihî kâimdir. Hüviyetiyle esmâ ve sıfâta müstahak olan o Zât'tır. Kendindeki her bir ma'nâ-yı kudsî ile iktizâ eden her sûretle (tasavvur eder) sûretlenir.
Demek istiyorum ki, her na'tının iktizâ ettiği her vasıf ile muttasıftır. Kemâlinin iktizâ ettiği her mefhûma delâlet eden her isim, O'nun varlığı için arz-ı istihkâk etmiştir. Tenâhîden müberrâ olmak ve idrâki nefy ile ittisaf, cümle-i kemâlâtındandır. Binâenaleyh bu kemâlâtın idrâk olunamaması ile hükm edilmiştir. O kemâlâtı idrâk eden, kendi zât'ıdır; çünkü kendisinde cehlin vücûdu muhâldir.