Müslüman toplumların modernleşme tarihi, Avrupa kolonyalizminin tarihiyle eş-zamanlı bir nitelik arz eder. 19 ve 20. yüzyıllarda uzun süre işgal altında yaşayan Müslüman toplumlar, son iki asırdır Batı medeniyetine haklı olarak bir 'öteki' olarak bakıyor. Buradaki 'öteki', bizim dışımızdaki ya da uzağımızdaki bir toplum ya da kültürü değil, 'ben' idrakimizi belirleyen karşıt unsurları ifade ediyor. Sömürgeciliğin çağdaş biçimleri, bu karşıtlık hissini sürekli canlı tutuyor. Bir açıdan bakıldığında, bunu bir direniş tarzı olarak görmek mümkün. Filistin gibi siyasî sorunlardan ekonomik bağımlılık ve İslâmofobiye kadar pek çok alanda yaşanan krizler, bu direnişin sosyo-politik zeminini oluşturuyor. Lakin bu durum, kendini sürekli Batı'nın karşısında tanımlamak zorunda kalan bir özne ihdas etme riskini de bünyesinde taşıyor. Klasik İslam medeniyetiyle modern Batı toplumları arasında sıkça ve genellikle hatalı bir zeminde yapılan kıyaslamalar, bu 'psikolojik bağımlılık' halinin bir yansıması olarak görülebilir.
İslâm ve Batı medeniyetlerinden bahsederken, bu iki medeniyetin yukarıda kısaca temas ettiğimiz özelliklerini ve tarhî oluşumlarını akılda tutmak gerekiyor. Her iki medeniyetin uzun ve karmaşık tarihlerini, evrim ve kırılmalarını, iniş ve çıkışlarını göz ardı ederek sağlıklı bir tahlil yapmamız mümkün değil. Nasıl 1400 yıllık İslâm tarihi tek bir kelime ya da kavrama indirgenemeyecek kadar renkli, zengin ve çok yönlü ise, aynı şekilde Batı medeniyeti de kendi içinde farklı renk ve tonlara sahiptir. Şüphesiz Batılıların İslâm'ı homojen ve tekdüze bir yapı olarak görmesi büyük bir hatadır. İletişim araçlarının bu kadar geliştiği dünyamızda insanların İslâm ve müslüman toplumlar hakkında ön yargılara ve çarpık algılara sahip olması, affedilebilir bir hata değildir. Fakat aynı şekilde tersinden bir oryantalizmle Batı'nın tekdüze, homojen ve monolitik bir dünya olduğunu söylemek de yanlıştır.