Batı toplumlarında İslâm'ın daha görünür hale gelmesi, geç modernitenin izah etmekte zorlandığı bir sorundur. Seküler bir geleceğe doğru ilerleyeceği varsayılan modern toplumlarda dinî, geleneksel ve kollektif değerleri savunan, mahremiyeti önemseyen, bireyciliği sorgulayan, tüketim kültürünü eleştiren bir sosyal olgunun varlığı, klasik modernleşme-sekülerleşme şemaları için ciddi bir meydan okumadır. Bu yüzden sosyal bilimciler yeni teoriler ve analiz çerçeveleri geliştirmeye çalışıyorlar. Nilüfer Göle'nin tespitiyle, İslâm'ın modernitenin 'çağdaşı' haline gelmesi ve görünürlük kazanması, modernitenin seküler sembolleriyle çelişiyor ve yeni çatışma alanları üretiyor.
Bu noktada İslâm'ın sosyolojik bir olgu olarak görünür hale gelmesi, hem modernitenin temel kabullerinin sorgulanmasına hem de seküler Avrupa toplumlarının farklı endişelere kapılmasına neden oluyor. Örneğin Avrupa'daki camilerin dolu olması, buna karşılık bin yıllık kiliselerin boşalması, 'İslâm istilası'na örnek gösteriliyor. Oysa Avrupa'da bulunan on binlerce kiliseye nispetle Müslüman toplulukların kurduğu camilerin sayısı sınırlı sayıdadır. Daha az sayıdaki camilerin daha dolu olmasına şaşırmamak gerekiyor. Burada sorulması gereken soru, camilerin neden dolu olduğundan ziyade kiliselerin neden boş olduğudur. Avrupa'daki dindar kesimler bunu Hristiyanlık'ın gerilemesinin bir sonucu olarak görüp serzenişte bulunmakta haklı olabilirler. Fakat buradan bir İslam karşıtlığı çıkartmaya çalışmak, yukarıda işaret ettiğimiz 'İslâm sorunu'nun bir türevi olarak görülebilir. Sağcı-muhafazakar çevrelerin yanı sıra liberal-seküler aydınların, camilerin doluluğuna ve genel olarak İslâm'ın Avrupa sokaklarında görünür hale gelmesine tepki vermeleri de yanlı bir tutumu ifade ediyor. Zira hem seküler hem de liberal ve çoğulcu olduğunu söyleyen çevrelerin, İslâm söz konusu olduğunda dinî ve kültürel çoğulculuktan kolaylıkla vazgeçmesi ve Avrupa'nın Yahudi-Hristiyan köklerini hatırlaması, temel bir çelişkiye ve köklü bir ön yargıya işaret etmektedir.