Zülhuleyfe'den sonra kalabalık arttıkça arttı. Bütün ırmaklar büyük bir nehrin yatağına koşar gibi mümünler akıp akıp geldiler ve çölün sıcağını gönül serinliğine çevirdiler. Silahları yoktu ama dillerinde tekbirleri vardı. Mücadeleler ve korkular geride kalmış, gönüller şâd ve gözler yaşlıydı. Sefer meşekkati had safhada ama ruhlar huzurluydu. Yollar uzadı, uzadı ve ta mahşere bağlandı... Büyük heyecan herkesin kalbini inceltmiş, müminin hüzünlü hâli bütün çölü bir ışık gibi kaplamıştı. Gülüm herkesin duyabileceği sesle o güne kadar hiç söylemediği sözler söylüyordu. Ben bu sözleri tanıyordum. Dostum İbrahim, oğluyla birlikte Kâbe'nin inşaatını bitirdiklerinde böyle demişti. Cebrail'in aynı cümleleri gülüme de öğrettiğini anladım. O cümlelere telbiye dediler. Bir dua gibi ama bir teslimiyet... Bir kulluk gibi ama bir teşekkür... Arkadaşları gülümün söylediklerini tekrar etmeye başladılar. Her birkaç adımda bu cümleler bir halka daha genişledi ve kısacık bir süre içinde gözlerden yaşlar akarak karşı ufuklardan ve tepelerden yankılandı:
"Lebbeyk!.. Allahümme lebbeyk!.. /Buyuur, Allah'ım buyuuur!.. İşte buradayım, emrine koştum, buyuur!.. Senin hiçbir ortağın yoktur. Buyur Allah'ım buyuuur! Hamd sana mahsustur, nimet de senin, mülk senindir... Hiçbir ortağın yoktur / Lebbeyk!.. Allahümme lebbeyk!.."