Bebeği doğdu doğacaktı ve babasının bir kez olsun onu göremeyecek, koklayamayacak olması Âmine'nin yüreğine bir hançer gibi saplanıyordu. Üstelik kabri ta Yesrib'de idi. Doğumdan sonra bebeği kucağına veremeyecekti ama kabrine olsun götürüp doğumunu bildirmek isterdi. Ona benzeyeceğinden adı gibi emindi. Zaten tekmelemelerine bakılırsa erkekti. Garip olan ise, hamile kadınlara mahsus ne bir sancı, ne bir ağrı veya zahmet hissediyor olmasıydı. Dün ve evvelki gün aynı rüyayı görmüştü. İçinden bir ışık çıkıyor, yayılıyor, yayılıyor, Roma'nın Kudüs ve Dımaşk, Sasanilerin de Medayin sarayları dâhil her yanı aydınlatıyordu. Bunu doğacak çocuğun hayırlı evlat olmasına yormuş, hatta bu rüyayı bir kez daha göstermesi için Allah'a yalvarmıştı. Bu gece daha fazlasını, ışığın bütün dünyayı aydınlattığını gördü. Üstelik uyanmadan evvel birisinin kulağına fısıldadığını hissetti:
"Karnında halkının önderi olacak bir çocuk taşıyorsun, adını Muhammed koy, hâlini kimseye anlatma."
İrkilerek uyanmıştı. İçinde bir can taşımanın tatlı telaşıyla ve ona bir zarar gelir korkusuyla. Ve bir gerçeğin farkına vardı; her kadının taşıdığından farklı bir can taşıyordu.