Sizi mekânın içinden çekip çıkaracak, ruha taşıyacak bir tevhid mimarisinde, söz gelimi bir taş avludasınız. Mermer havuza akan su sesini dinleyerek yaz ikindisini serinletebildiğiniz bir an. Açılıyor uzay, açılıyor. Toprağı görüyorsunuz sonra. Bağrındaki ölüleri ve dirileri. Üzerini örttüğü sırları, günahları. Ve tutup gizlediklerini. Zulümleri görüyorsunuz ondaki. Toprağa girip de yeşermeyen tohum olmadığı gibi, belki insan olmaya götürüyordur bunca zulüm sizi. Henüz bilmiyorsunuz.
Görünenin ardında başka görüntüler var, zaman içinde zamanlar. Toprağın taşın suyun binlerce yıllık, katman katman şahitliği var. Yeryüzünün kalbindesiniz, atıyor durmadan, yukarı bakınca, sanki mescidin yedi kat tavanı; gökkubbe.
Mardin'de bir Artuklu evinin avlusunda böyle hissettim. Sekiz yüz yıllık Divriği Ulu camisinden Anadolu ufuklarına bakarken veya farklı medeniyetlerin iç içe geçtiği Selçuk'daki İsa Bey camiinin avlusunda da benzer hislere kapıldım. Yeryüzünün en nitelikli ayrıntıları uzayımı genişletir ve siyah madde, bendeki kadim boşluğu kendi anlamımla doldurur usulca.
Bugünlerde de benzer hislerdeyim. Anadolu Hisarı'nda Bayezid zamanında yaptırılan ilk Müslüman namazgâhında, açık havada, ağaçlar altında teravih namazı kılarken çok aşina olduğum bir sonsuzluğun içinden geçiyormuşum gibi hissediyorum. Boğaz'da yankılayan her çeşit ses arasında, tüm zamanları şu anda birleyen işitsel bir birliğe dahil oluyorum alnım toprağa değerken. Cennet toprağına!